http://fizy.com/#s/1ajdg9
Bu gece böyle devam eder dedim ya, ediyorum. Hatta dozumu arttırıyorum.
Sondan başlayacağım; Unut bütün geçenleri, bunca yıl sonra nasılsın? Bir nasılsın'ı çok gördüğümüz arkadaşlarımıza, mahalle bakkalına (kaldıysa hala), yan komşuya, bisikletini tamir etmeye çalışan çocuğa, her hangi birine, unutmaya çalıştığımız birine...
Gene duygusallaştım ve bu halimden nefret ediyorum. Aslında hala sükunetimi ve tavrımı koruyorum. Sonuçta bazı şeylerden -ki bu şeyler ne bilmiyorum- ödün veremiyoruz. Her şey daha farklı olabilecekken sıradan sonuçlar seçiyoruz. Seçiyorum.
"Anlardım aklından geçenleri. Sustukça konuştuk sanki." Bu tam da benim kendi kendime konuşmalarım gibi.
Kahve konusuna hiç girmiyorum. Dinleyin gitsin işte. Ne desem boş.
3 Ağustos 2012 Cuma
Yığın (1)
Bir çok insana göre çok şanslıyım. Farkındayım da. Mesela bir çokları da benden daha fazla şanslı ama farkında değiller... (Mesela benim yanında olmak istediklerimin yanındalar...) Nereden mi geliyor bu şans: Bir çok insanın iyi bir dostu, arkadaşı yokken benimki tam karşımda uyku moduna geçti, radyomuzda güzel parçalar, saat olmuş gecenin bir yarısı, ee mübarek, bereketli bir aydayız da (her ne kadar gereği gibi ifa edemesek de...) daha ne olsun.
Daha ne olsun tabi de olmuyor işte öyle... Hep daha çoğuna, genelde bizde olmayana platonik sevdalar besleriz. Tamam aslında konumuz bu değil. Böyle romantik konular ilgi çekiyor ya o nedenle gireyim kıyısından köşesinden dedim. Belki biri okursa falan diye... Sanat kaygısı böyle bir şey işte. Her ne kadar katı bir duruş sergilesenizde, başkası beni ilgilendirmez deseniz de ilgilendirir kardeşim. Her kelimeyi yazarken özen gösterirsiniz, belki değer verdiğiniz birinin okuyacağını düşünerek ya da herkese değer verdiğinizden...
Şimdi bunları yazdım ama aslında yazacaklarım çok daha başkaydı. Bilmem sana da olur mu, böyle kurarsın bir şeyi, kurarsın, kurarsın... Defalarca prova yaparsın, oydu, buydu derken o an geldiğinde hiç bir şey öyle olmaz. Evet saçma bir soruydu. Bu hep böyledir. Yazarın da dediği gibi; Bu anı daha önce o kadar çok kurmuştum ki gerçek olunca bir şeyler eksik kaldı. Adam boşuna yazar olmamış dedirten cinsten bir cümleydi... Bazı cümleleri, paragrafları ve hatta bazen kitapları ben yazmış olmak isterdim. Hatta bunu o kadar çok isterdim ki kıskançlık boyutunda... Kıskançlıktan yarım bıraktığım kitaplar var benim. Sonra sindirip bitirmişimdir ama:) Evet konumuz bu da değildi aslında ama madem saptık bir kere konudan gidelim böyle... Bakalım nereye varırız.
Bu gece kafalar biraz dağınık. Bayağı döküldük. (Özel bir nedene asla gerek yoktur.) Ee saatte geç. Gevezelensem dinleyecek kimse yok, hadi ben dinlesem gevezelenecek kimse yok. Aslında söyleyecek çok şey var, dinleyecek de. Ama ne anlatan var ne söyleten. Yalnızlık değil de başka bir şey. E o kadar usta değilim, kelime cambazı olamadım daha. O yüzden çok tanımlayamıyorum ama anlarsın sen... Madem buraya kadar okudun senin de kafan karışık demek ki. Şahsen ben de böyle saçma bir yazı görsem okurdum. Çünkü benimde kafam karışık.
Kafası karışık insanları severim aslında. Net insanları da severim. Galiba insanları seviyorum. Ayrıca bir yamuklarını görene kadar herkese güvenmek de lazımmış, en azından güveniyor gibi yapmak... İyi bir şey-miş... Neyse burada bitireyim. Bu gece daha devam eder bu tip okunmayacak yazılar.
Saygılar ;)
Daha ne olsun tabi de olmuyor işte öyle... Hep daha çoğuna, genelde bizde olmayana platonik sevdalar besleriz. Tamam aslında konumuz bu değil. Böyle romantik konular ilgi çekiyor ya o nedenle gireyim kıyısından köşesinden dedim. Belki biri okursa falan diye... Sanat kaygısı böyle bir şey işte. Her ne kadar katı bir duruş sergilesenizde, başkası beni ilgilendirmez deseniz de ilgilendirir kardeşim. Her kelimeyi yazarken özen gösterirsiniz, belki değer verdiğiniz birinin okuyacağını düşünerek ya da herkese değer verdiğinizden...
Şimdi bunları yazdım ama aslında yazacaklarım çok daha başkaydı. Bilmem sana da olur mu, böyle kurarsın bir şeyi, kurarsın, kurarsın... Defalarca prova yaparsın, oydu, buydu derken o an geldiğinde hiç bir şey öyle olmaz. Evet saçma bir soruydu. Bu hep böyledir. Yazarın da dediği gibi; Bu anı daha önce o kadar çok kurmuştum ki gerçek olunca bir şeyler eksik kaldı. Adam boşuna yazar olmamış dedirten cinsten bir cümleydi... Bazı cümleleri, paragrafları ve hatta bazen kitapları ben yazmış olmak isterdim. Hatta bunu o kadar çok isterdim ki kıskançlık boyutunda... Kıskançlıktan yarım bıraktığım kitaplar var benim. Sonra sindirip bitirmişimdir ama:) Evet konumuz bu da değildi aslında ama madem saptık bir kere konudan gidelim böyle... Bakalım nereye varırız.
Bu gece kafalar biraz dağınık. Bayağı döküldük. (Özel bir nedene asla gerek yoktur.) Ee saatte geç. Gevezelensem dinleyecek kimse yok, hadi ben dinlesem gevezelenecek kimse yok. Aslında söyleyecek çok şey var, dinleyecek de. Ama ne anlatan var ne söyleten. Yalnızlık değil de başka bir şey. E o kadar usta değilim, kelime cambazı olamadım daha. O yüzden çok tanımlayamıyorum ama anlarsın sen... Madem buraya kadar okudun senin de kafan karışık demek ki. Şahsen ben de böyle saçma bir yazı görsem okurdum. Çünkü benimde kafam karışık.
Kafası karışık insanları severim aslında. Net insanları da severim. Galiba insanları seviyorum. Ayrıca bir yamuklarını görene kadar herkese güvenmek de lazımmış, en azından güveniyor gibi yapmak... İyi bir şey-miş... Neyse burada bitireyim. Bu gece daha devam eder bu tip okunmayacak yazılar.
Saygılar ;)
Bir Ara Yazarım
Aslında yazacak çok şeyim vardı. Hala da var. Biliyorum okumayacaksın, bari dinle...
http://fizy.com/#s/1tjuo3
http://fizy.com/#s/1tjuo3
17 Temmuz 2012 Salı
Birinin Hayali mi Kırılmış!
Geçenlerde toplamış birkaç arkadaş konuşuyoruz. Biz konuşurken konunun nereye gideceği pek belli olmaz, siyasetken spor, sporken sanat, sanatken hayat olabilir… Genel sorular sorulur özel cevaplar aranır. Böyle durumlarda her ne kadar konuşkan bir insan olsam da dinlemeyi daha çok severim.
Derken o malum sorulardan biri geldi; en büyük hayal kırıklığın ne? Düşünmeye başlandı, eskilere gidildi, dönüldü. Genelde cevaplar başkaları tarafından haksızlığa uğranılmışlıklar üzerineydi. (İşin bu kısmı da çok dramatik, başkalarının bizi incitmesine izin veriyoruz…) Hiç katılmadım bu konuya, çünkü beni hayal kırıklığına uğratan kimse olmadı, çünkü bu soruya onların bakış açısından baktım. Sonra birkaç gün düşündüm, yok canım dedim kendi kendime, çok üzüldüğüm zamanlar oldu, kendimi boşlukta hissettiğim zamanlar da, bunları hatırlıyorum ama nedenleri neydi hatırlayamıyorum… Derken aklıma geliverdi, 14-15 yaşlarındaydım, o zamana kadar öylesine alışmışım ki ufak tefek şeylerde başarılı olmaya elimi attığım her şeyi alırım sanıyorum, sınıf başkanı olmak istedim, oldum; resim yarışmasında dereceye girdim; yazılarım okul panolarında yayınlandı; basın yayın kulübü başkanı oldum, karnelerim hep iyiydi, yarışmalara katıldım vs. vs. bunlar benim için çok değerli şeylerdi o zamanlar (küçüğüm daha:))… E tabi her şey istediğimiz gibi gitmez, etrafımda daha çok insan oluşmaya başlayıp kabımdan yavaş yavaş çıktığımda aslında çok da yetenekli ve zeki olmadığımı fark ettim.
Küçük bir çocukken kendimizi hep üstün zekâlı sanırız; hele de birkaç şeyde işe yaramışsak, birkaç esprimize gülmüşseler ve birkaç övgü sonunda başlarız kocaman hayaller kurmaya. Elbette ki büyük hayallerimiz olmazsa olduğumuz yerde sayarız, fakat bu bende bir süre sonra öyle bir hal almıştı ki sadece kendim olarak hepsini gerçekleştirebileceğimi düşünmeye başlamıştım; gereksiz özgüven. İşte en büyük hayal kırıklığımdır bu; üstün zekâlı olmadığımı anlamak.
Arada kayıp zamanlarımdır bu zamanlar.
Sonra ne mi oldu… Savaşmayı öğrendim, en çok da kendimle. Belki bir ressam, şair, yazar, heykeltıraş ya da ünlü bir avukat olamayacağım ama iyi bir savaşçı oldum. Başkaları tarafından hayal kırıklığına uğramamayı öğrendim. Peşi sıra da bir kaç kez hayal kırıklığına uğramışımdır, hep kendim yüzünden. Ne zaman ki suçu başkalarında aramaya başlıyoruz, işte o zaman işin içinden çıkamaz hale geliyoruz. Başkalarını suçlayarak kısa süre rahatlattığımız vicdanlarımızda kocaman urlar büyüyor tedavisi imkânsız hale geliyor
Belki bunları söylemeye benim yetkim yok ama unutmayalım ki başkaları bize zarar veriyorsa suçun çoğu yine bizdedir.
Hayat Rezilliklerle (mi) Güzel!
İnsanız
be kardeşim! Bazen rezil de oluruz rüsva da! En azından rezilliğimizi
paylaşacak dostlarımız olsun yanımızda. Biraz da cümle kurmayı bildikten sonra
aşılamayacak rezillik yoktur.
Gene
olmuşum fena halde rezil rüsva, üstelik daha yeni tanıştığım birine. Ne adam
gibi muhabbetim var ne samimiyetim. Bunun üstüne de daha olmaz diye
düşünüyorum. Teknolojiyle aram iyi ama bu “dokunmatik” olayı benim dolma
parmaklarım için sakıncalı. Kaydırıp kaydırıp yaptığım bir yanlış sonrası en
yakın dostlarımdan birine sitem ediyorum:
-Büşraaaaaaa,
diyorum. Neden benim hiçbir günüm olaysız, rezil olmadan geçmiyor? Neden hep
tam gol atacakken ofsayta düşüyorum? Neden hep topu auta yolluyorum? Hayat bana
bir köşe vuruşunu bile çok mu görüyor?
Ne
sitem ne sitem. En sevdiğimiz konudan girmişim olaya. Şimdi rezilliğin
daniskasını yapıyorum ama battı balık yan gidiyordu değil mi? Son bir gayretle
son lafımı da söylüyorum;
-Ben
neden hep kendi kaleme gol atıyorum?
Sessizlik.
Bu sessizliği iyi tanırım. Muhakkak peşinden ya beni intihara sürükleyecek bir
tepki gelir ya da ölmüşten beter edecek bir espiri. Maalesef espiri geliyor;
-Aaa
aaa çok korkunç bir şey ofsayt ya, ama hakem iyi, bak kaçırmıyor hiç!
(Bu
kısmı içimden söylüyorum “Büşra ÖL!)
Sonra
kısaca olayı anlattım. Oldukça kısaydı çünkü zaten anlaması güç değil, nitekim
15 yıl olmuş!
-Sen
bunu hep yapıyorsun, oldu ilk tepkisi, bir de birsürü gülücük ekledi. Çok
komik!!!.
-Yoooo
ilk defa yaptım… He rezil olma işini mi diyorsun? Allah’ım neden ben!
Böyle
böyle hayıflanırken devam edivermiş sitemlerim…
-Neden
ortalarım şut olmuyor? Neden şutlarım kaleyi bulmuyor? Neden tribünler
tarafından hep yuhalanıyorum?
-Belki
de Rabbim seni böyle sınıyordur.
-Kafamı
kale direğine çarpıp beyin sarsıntısı geçirmek istiyorum.
-İstersen
sana faul yapabilirim, hiç değilse takımın penaltı kazanır.
Çok da güzel teselli eder canım arkadaşım!
-Bir
de sen vur! Zaten Kırmızı kart yakındır, hem de öyle iki sarıdan falan değil,
direk kırmızı!
-Muslera
ne kadar yakışıklı değil mi?
Aaaa Ha! İşte o beklediğim hamle geliyor.
Konu değiştirmece oynuyoruz. E başarılı da oldu sayılır. Nereden vuracağını
biliyor aslında ama yanlış zamanlama. Konuyu kaynatabilir ama değiştiremez!
Tamam, Muslera konusu azıcık uzadı. Oooo araya başkalarıda girdi. Ama Serap
kaynatır mı hiç?
-Harbiden
çok kazmayım. (Tabi bu uslûp ile en yakın arkadaşlarımdan birine konuşabilirim.
Normal şartlarda bu kadar abartmam.) Sabri’den beterim.
-İyi
o zaman kızım, Sabri denk getirdiğinde güzel gol atar mutlu olmalısın, dedi ve
muhtemelen o anlarda gülüyordu bana.
-Yok
yok benden bir cacık olmaz. Zaten anca savunma oyuncusu olurum ben.
-Sabri
de forvet değil zaten.
-Saol
çok moral verdin gerçekten.
Çok
acayip haller içerisindeyim, olayı unuttum.
-Aklıma
abuk subuk şeyler getiriyorsun Büşra.
-Bende
malzeme bol zaten, hep gelsin bir şeyler!
-Yok
oğlum bu fena değil.
-İyi
bari belki hoca beni de alır oyuna.
-Heee
heeeyyt be! Belki de iyi bir takımım olmadığı içindir, belki sen girince oyun
lehimize döner. Messi gibi olsam mesela. Hani milli takımda daha kötü Barça’da
daha iyi ya o hesap… (Düşünüyorum) Gerçi Messi ne kadar kötü olabilir ki?
-Messi&Sabri!
Harika bir ikili olduk!
-Olamaz
mı olabilir. (Buraları uzatıyorum tabi. Teknoloji ilerlediğinde yazıların bazı
kısımlarını kendi sesimizle de kaydedebiliriz belki, efekt hesabı…)
-Neyse
ben gideyim o zaman, saat geç oldu, namazı da kılar uyurum.
-Tamam.
Bize dua et!
-Serap
bu saatte dua edemem. Öğle ya da ikindide ederim. (Bu cümlenin üstüne
yıkıldığımı belirtmek isterim.)
-Yatsıda
edilen duanın kabul olma olasılığı daha fazla. Her şeyin hayırlısı olsun de
yeter. Ya da sen “Allah’ım dualarımızı kabul et” de duayı sonra ederiz.
-Bende
bir huy var duayı namazı kılarken edebiliyorum.
-Yap
işte bildiğin gibi, sonuçta herkesin bir tarzı var. (Bu satırlar parmaklarımdan
dökülürken dilimden dökülenler sadece “estağfurullah, tövbe tövbe…)
-…
Oldukça
uzun olan vedalaşma kısmından sonra Büşra’dan normal bir zamanda bu yazıyı
kompozisyon haline çevirip çeviremeyeceğim konusunda izin alıyorum. İkimizde
battı balık yan gider modundayız. İşte o geceden arda kalanlar…
Saçmalamak
sizinle birlikte saçmalayacak insanlar bulduğunuzda daha güzel.
Konu
mu? O gereksiz, geçip gitmiş bir konu. Tüm hayatımız böyle değil mi zaten. Bir
dönem önemli olan şeyler, üstüne düşünüp birazda abartı tozu eklediğimiz
durumlar sonrasında oldukça basit hale gelmiyor mu? Onları da tuz, biber, biraz
eksi (limon olabilir mesela ya da nar ekşisi) olarak kabul edelim. Sonrasında
tatlı anılara dönüşüyorlar.
Hayat
rezilliklerle güzelş
Doğru Zaman Çarpı Doğru Yer Eşittir Fırsatlar
Doğru
zaman da doğru yerde...
Son
zamanlarda en çok duyduğum söylemlerden birisi oldu. Gerek belli bir yere
gelmiş insanlar, siyasetçiler; gerekse özel hayatı iyi giden bir takım
arkadaşlar tarafından çok söylenir oldu etrafımda.
Her
seferinde biraz daha oturup düşünmeye başladım; ne zaman nerelerde oluyorum,
doğru zaman ve doğru yer kavramı neye göre değişiyor? Hayatımı az çok ele
alırsak okul ekseni etrafında şekilleniyor. Bazen ne sosyal bir insanım diyorum
(ki sosyallik kavramını da ele almak lazım aslında burada ama ayrıntılı bir
konu, başka zaman inşallah) bazen hayattan soğuyorum... Bunun doğru yer doğru
zaman ile ne alakası var diyebilirsiniz. Haklısınız. Belkide hep o hayattan
soğuduğum zamanlarda kaçırdım fırsatları...
"Üzülme"
der Mevlana ve devam eder "Kaybettiğin her şey başka bir suretle geri
döner"... Bir süre sonra hayat felsefem halini almaya başladı bu da
Mevlana'nın diğer tüm deyişleri gibi... Beklemeye başladım, kaçırdıklarım hatta
kaybettiklerim geri gelsin diye... Hala bekliyoum...
Onlu
ve yirmili yaşlarınızda siz de duymusunuzdur
"Daha yaşın kaç başın kaç, ne fırsatlar çıkar karşına". Evet,
sinir bozucu bir laftır, insanı hayattan soğutur ve aslına bakarsanız insanın
kısmeti bir kere kapanınca sonra kolay kolay da açılmaz.
Doğru
zamanda doğru yerde... Ne çok hikaye vardır; bir kız vardır bir de erkek, hiç
olmadık bir yerde, belki de hayatlarıında ilk defa o gün o dakika bulundukları
bir noktada kaşılaşırlar ve sonra ömürlerinin geri kalanında hep birlikte olurlar...
Ya da Afrika’nın bilmem ne ülkesinin bilmem ne köyünde doğarsınız, bir gün bir
meydanda kalabalık arasından bir şekilde parlarsınız, sonra ABD'ye başkan
olursunuz (Obama temelli değil, kurgusal oldu bu ama gerek bizim siyasi
liderlerimiz gerekse dünyayı yöneten diğer liderler... Hepsi doğru zamanda
doğru yerdeydiler...).
Aslına
bakarsanız çok da düşünmeye gerek yok, "şuan bu yazıyı okumasaydım nerde
olurdum ya da ne okuyor olurdum; o gün oraya gitseydim ne olurdu..." Demek
ki olması gereken buymuş deyip biraz kaderci de olmak lazım. Yoksa hayat
sürekli "doğru zaman ve doğru yer" arayıp küçük hesaplar yaparak
geçmez. Arada daha büyük fırsatlarda kaçabilir... "Doğru zaman ve doğru
yer" aslında biraz da kaderciliktir...
Umutsuz Değiliz!
Son zamanlarda yoğun bir
gündem var, Gerçi Türkiye’de gündem her zaman yoğun olmuştur, her zaman bir
olayı atlatamadan yeni olaylar ortaya çıkmıştır ve arada kaynayan çok konu
olmuştur… Sosyal, siyasal, ekonomik değişimlerin yaşandığı ve “gelişmekte olan ülke”
konumunda olan ve gerek konum gerekse her türlü potansiyelinin güçlü olması
bakımından Türkiye’nin kimi süreçleri bu denli keskin yaşaması normaldir.
Şimdi içinizden bu yazımı
okuyanlar içlerinden ya da beklide yanında olanlara diyorlardır “Bak işte kendi
söylemiş ama ağzı olan konuşuyor, eline klavyeyi alan kendisini yazar
zannediyor”. Ne yazık ki hiçbir zaman böyle bir iddiam olamadı.
Bunları yazmamın nedeni son
zamanlarda “Büyükler” tarafından sürekli apolitik, ilgisiz, bilgisiz, kültürsüz
olarak nitelendirilen; yine o “büyükler”in gelecekten umutsuz olmasına neden
olan biz gençlerin aslında onların sandığı gibi olmadığımızı göstermektir. Ne
yazık ki kendimi de içine koyduğum “Genç kitle”de de bir umutsuzluk görmek,
sürekli bir isyan etme, içeriği anlamadan karşı çıkma, eleştiri hakkını hakaret
edebilme hakkı sanma gibi eğilimler görmek bazen beni de umutsuzluğa sürüklüyor
ama yine de her zaman demişimdir “gençlerin gelecekten ümitsiz olması
kendilerinden ümidi kesmiş olmaları anlamına gelir”
16 Temmuz 2012 Pazartesi
Bazen Sadece "Bazen" Diye Başlarsın Cümleye
Normal
şartlarda çoğul konuşurum ilk tanıştığım insanlarla ve yazarken… Ama son
zamanlarda normal olmayan şeyler yaşadığımdan mıdır nedir bu defa daha samimi
konuşmak isterim sizinle, izninizle.
Bazen öyle
olur ki (üst üste Bazen’li cümleler kurmak zorunda kalırsın) üstüne üstüne gelir
her kötü haber. Malum kötü haberlerin bir de çok çabuk yayılma gibi bir
özelliği var. Merak etme yeni arkadaşım, sana burada başıma gelen kötü
şeylerden bahsetmeyeceğim. Az önce parantez içinde de söylediğim bazen’li
cümlelerimi kurmak istiyorum sana. Çünkü ben alıp karşıma birini böyle
konuşamıyorum. Belki böyle kimse olmadığındandır ya da belki yazarken daha
özgür olduğumdan, belki de sadece silebildiğimdendir yazdıklarımı ve belki
sadece klavyemin, kalemin kağıdın ya da bu word belgesinin bana
gülemeyeceğindendir. Çünkü bu konuşurken hep böyle oluyor. Nasıl mı? O
yansıttığım ciddi duruş bu tarz duygusal olduğu düşünülen cümleler kurmaya
başladığımda yıkılıyor. Ne ben bu duruşumdan ödün verebiliyorum ne de
karşımdaki alışabiliyor. İyisi mi ben böyle patır patır yazayım dedim. Hem sen
sıkıldığında terk edersin ve bana ayıp olmaz çünkü ben bunu görmem.
Benim sitem
etme huyum yoktur. Bazen edermiş gibi görünürüm ama etmem, ne sitem ne şikayet.
Dertleşmek demek sadece şikayet ve sitemden ibaret değildir. Yine bazen kendi
kendine konuşurken fark edemediğin yanlarını fark edersin başkasıyla
konuşurken, o sadece dinlese bile bir bakışından çıkış yolunu bulabilirsin.
Tabi en önemli şey hayatında o noktaya gelene kadar biriktirdiklerin oluyor.
Hani şair demiş ya “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri, eteklerinde güneş
rengi bir yığın yaprak…” diye, belki de şairin kastettiği şey de buydu. Sema’ya
ağlayarak bakma kısmı o güneş rengi yapraklarındandır büyük ihtimalle. İşte
bahsettiğim bu; güneş yaprakları. Ben de güzel dostlar biriktirdim Allah’a
şükür ama bazen…
Yalnız kalmak
istiyor insan bazen. İçten içe bekliyor, umut ediyor ama yine de yalnız kalmak
istiyor. Çünkü eğlenmek istemiyor, dertleşip, anlatıp kapatmak istemiyor o
defteri. Çünkü suçluluk duyuyor elinde olmayan şeylerden. Bazen sadece etmesi
gereken bir duayı etmediği için suçluyor kendisini…
Ben de bu
kafayla böyle boş boş dolanıyorum sevgili yeni arkadaşım. Aslında anlatmak
istediklerim çok daha başkaydı, umarım beni anlamışsındır. Anlamasan bile öyle
olduğunu yani anladığını düşünmek beni mutlu edecek :)
Saygı ve
sevgilerimle….
1 Temmuz 2012 Pazar
29 Şubat Anısına
Kuşlar yapardık eskiden,
M harfinden.
Uçururduk ufuk çizgisinden itibaren
Uzaklara...
Güneş Tencere
Kuşlar kapak misali...
Sonra...
Göç etti M kuşları.
Onlardan geriye
Boya kırıntıları kaldı.
Zaten insan kaç gere 29 şubat yaşar ki!
M harfinden.
Uçururduk ufuk çizgisinden itibaren
Uzaklara...
Güneş Tencere
Kuşlar kapak misali...
Sonra...
Göç etti M kuşları.
Onlardan geriye
Boya kırıntıları kaldı.
Zaten insan kaç gere 29 şubat yaşar ki!
29 Haziran 2012 Cuma
"BUGÜN GÜZEL BİR GÜN"
“Bugün güzel bir gün
olsun” demiştim sabah kalktığımda… Siz bilmezsiniz, ben her sabah korkarak
kalkar ama güne cesur devam ederim. Elimden geldiğince… J
Öğrencilik hayatı zor
gelir hayata adım atana kadar. En azından büyükler hayatın -ki biz öğrenciyken
hayat dışında başka bir şey mi yaşıyoruz bunu da anlamış değilim- zor olduğunu
söylerler. Öğrenci milletinin tek derdi dersleri sınavlarıdır nokta. Genelde
böyledir belki de. Ama bazen çok daha fazlasıdır.
Neden böyle bir giriş
yaptım bilmiyorum. Parmaklarım çalışmaya bir başladı mı çenemden daha geveze
oluyor… Evet, ne demiştim; “Bugün güzel bir gün olsun.” J
Son zamanlarda İlahi
güçler tarafından korunup kollandığım ve sevildiğimi en yoğun hissettiğim
dönemleri yaşıyorum. Karşıma çıkan her şeye değerlendirilmesi gereken
fırsatlarmış gibi bakıyorum. Belki alakasız olacak ama insan birisini
kaybedince yaşamın anlamsız olduğu hissine kapılıyor, biraz şanslıysa da
ölümdeki sırlardan kendi hayatının saklı kalmış mücevherlerini keşfediyor. Kısa
bir zaman önce ilk defa bu derece bir yakınını kaybetmiş biri olarak boğazımdaki
düğüm yeni yeni çözülmeye başladı diyebilirim. İşte bugünün bir diğer önemi de
buydu benim için. Keşfetmek.
Bir yerde okumuştum, bir
yere gittiğimizde –eğer mümkünse- dönüşte başka yoldan dönmeliymişiz, Peygamber
Efendimiz de böyle yaparmış. Bunun nedenini çok düşündüm, en son verdiğim karar
ise daha çok ve daha farklı insanlar görerek hepsine hal hatır sorarak hem
onların gönlünü okşamak hem de kendi gönlümüzü yumuşatmak olduğuna karar
verdim.
Ne yazık ki günümüz
metropol şartlarında hep en kısa, en trafiksiz yolu seçmek durumundasınız.
Çünkü ya bir yere yetişeceksinizdir ya da çoktan geç kalmışsınızdır.
Kalabalıktır her yer ve biz ailelerimizden “çevreye güvenmiyoruz” sözlerini
duyarak büyüdüğümüz için donuk bir suratla dolaşırız. Çünkü insanlar
güleryüzden anlamazlar. Çünkü onlar tehlikelidir. Çünkü biz de onlar için
tehlikeliyiz!
Ama bugün o günlerden
biri değildi işte. Bugün herkes çok iyiydi. Okul bile. Dönüşte
Sefaköy-Mecidiyeköy-Kavacık hattını kullanmadım bu defa. Daha uzun ama
trafiksiz, tertemiz bir yoldan döndüm evime.
Nerede kalmıştık. Hehh,
evet! Kafanız bozuk olabilir bazen. Devreleriniz yanmış, sigortalarınız atmış,
hatta şanzımanınız dağılmış olabilir. Kalabalıklar içinde yalnız bile
olabilirsiniz, bunun için ille de ergen olmaya gerek yok. Ben yalnızlığa hiç
alışkın değildim, alıştım. Ve söyleyebilirim ki herkesin şikayet ettiği kadar
kötü bir durum değil yalnızlık. J
Buraya kadar kısmın
henüz giriş olduğunu söylesem herhalde kapatır sayfayı “yuhh” dersiniz, ya da
tam tersi, önce “yuhh” deyipte de kapatabilirsiniz. J Saygı duyarım.
Uzun zamandır kurduğum
gezi yazılarımı blogumda paylaşma hayallerimin beklide ilk adımını atıyorum
bugün.
“Dın dın bir sonraki
durak Mecidiyeköy” dedi oldukça metalik bir hanım sesi ve düğmeye bastım.
Aslında oldukça dalgındım, artık kafam neredeyse… “Dın dın Mecidiyeköy” ama
inmedim. O an aldığım kararı o an uyguladım. Bu da yeni alışkanlığım, tavsiye
ederim. J “Farklı
yoldan dönmek” dedim kendi kendime, cidden dedim, edebiyat amaçlı yazmıyorum
tuhaftır ama o anda hissetmiştim bunları yazacağımı. Zincirlikuyu’da indik,
aktarma yapacağız. Kalabalık o biçim. Bir amca çarpıyor gözüme. Bende onun
gözüne çarpmış olacağım ki gülümseyişime karşılık alıyorum. Sonra o amcayla
aynı metrobüse biniyoruz. Yabancılarla konuşmaktan hep korkmuşumdur. Yabancılar
tehlikelidir. –Yok öyle bir dünya, hepimiz yabancı değil miyiz birilerine.-
(Yine de bazılarından uzak durmak lazım.) Sonra amca sohbet etmeye başladı,
bende karşılık verdim. Yaşanmışlık bambaşka bir şey, tecrübeler, gözlemler.
Hele de İstanbul’da geçmiş bir ömürden ne hikayeler çıkar kim bilir. Ancak kısa
sürmek durumunda kaldı amca ile sohbetimiz çünkü ben köprüde inecektim. “İyi
akşamlar” diliyorum, ve o anda fark ediyorum ki akşam olmuş… Ama İstanbul daha
yeni yeni kendine geliyor, malum yaz sıcağı. Köprüden aşağı uzuuuunca bir
kaldırım, yürüdükçe yürüyorum, yürüdükçe yürüyor… Hızlı yürürüm ben, Nam-ı
diğer Atom Karınca. Lakin hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamaya da öyle çok özen
gösterdim ki fıldır fıldırdı gözlerim. Uzaktan gören “bir işler çeviriyor kesin”
derdiJ Bir karga çok dikkatimi çekiyor, neredeyse önümdeki
hanımefendinin başına konacaktı, neyseki bir ağaç bulduJ Beylerbeyi Sarayını geçiyorum, nefes alıyorum, en
derininden… Yollar insanlar, kediler, köpekler… Derken Beylerbeyi’nin içinden
geçerken önemde koyun gibi –maşallah- bir köpek beliriyor. Korkmuyorum ama
arkasından yavaş yavaş yürüyorum. O an kendi kendime gülüvermişimJ Elinde bastonuyla dükkanının önünde oturan amca bir şey
yapmayacağını söylüyor, gülümsüyor; seyrettiğimi söylüyorum sadece, yine iyi
akşamlar dileyip hızlanıyorum.
Derken Yalıboyu’na
gelmişim bile. Yeşillikler ve tarih içinde yürümeye devam. Alçak duvarlı
evlerin bahçelerinde ortancalar açmış –en sevdiğim çiçektir- beyaz bir masa ve
etrafındaki dört sandalye çekiyor dikkatimi, biz geliyoruz aklıma… Havuzbaşı ve
Çengelköy…
Küçük bir çiçekçi vardır
Çengelköy’de. Bundan yıllar önce Çengelköy’e ilk tek başıma gittiğimde yaşlı
bir ressam için bir buket karanfil almıştım, bu defa aynı yere tek bir gül
almak için giriyorum, elimde yoldan kopardığım 7 yapraklı akasya dalı ile. Amca
hediye ediyor gülüJ
Ve manavlar… Manavlar en sevdiğim
mekanlardandır, hele de tezgahlar yaz meyveleriyle doluyken yanlarından
geçerken depderin bir nefes çekmemek olmaz ciğerlereJ Çekiyoruz…
Yollar bitmez, sadece
varılacak yere gelinir. Her yeni gün yeni bir yol çıkar karşımıza. Neyle
geçtiğimizden çok nasıl geçtiğimiz, hangi kıyafetlerle geçtiğimizden çok hangi
düşüncelerle geçtiğimiz önemlidir o yollardan. Ben yürürken koca bir roman
yazdım. Nefes aldım, nefes verdim. Her takıldığım taştan özür diledim. Kendimi
en mutsuz belki de umutsuz hissettiğim dönemde yine kendim tedavi ettim.
Aslında bütün bu gevezeliklerimin nedeni sadece kendinize zaman ayırın,
etrafınızı görün diyebilmekti. J
Son olarak
Peygamberimize sormuşlar “Canımız sıkkın olduğunda ne yapmalıyız” diye, “Bir
yetimin başını okşayın” demiş. Bu hem onu hem de ruhen sizi mutlu eder, huzur
bulmak aslında bu kadar kolaydır. Her şeyi zorlaştıran bizler için bazen
hakikatte içimize yaptığımız yolculuklar en iyi seyahattir. Son olarak tüm
büyük yolculuklar bile kapı eşiğinden atılan bir adımla başlarJ
Bir kişi için bile bir
mum yakabildiysem ne mutlu banaJ
Teşekkür ederim Sayın
okurumJ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)