3 Ağustos 2012 Cuma

Yığın (2)

http://fizy.com/#s/1ajdg9

Bu gece böyle devam eder dedim ya, ediyorum. Hatta dozumu arttırıyorum.

Sondan başlayacağım; Unut bütün geçenleri, bunca yıl sonra nasılsın? Bir nasılsın'ı çok gördüğümüz arkadaşlarımıza, mahalle bakkalına (kaldıysa hala), yan komşuya, bisikletini tamir etmeye çalışan çocuğa, her hangi birine, unutmaya çalıştığımız birine...
Gene duygusallaştım ve bu halimden nefret ediyorum. Aslında hala sükunetimi ve tavrımı koruyorum. Sonuçta bazı şeylerden -ki bu şeyler ne bilmiyorum- ödün veremiyoruz. Her şey daha farklı olabilecekken sıradan sonuçlar seçiyoruz. Seçiyorum.

"Anlardım aklından geçenleri. Sustukça konuştuk sanki." Bu tam da benim kendi kendime konuşmalarım gibi.

Kahve konusuna hiç girmiyorum. Dinleyin gitsin işte. Ne desem boş.

Yığın (1)

Bir çok insana göre çok şanslıyım. Farkındayım da. Mesela bir çokları da benden daha fazla şanslı ama farkında değiller... (Mesela benim yanında olmak istediklerimin yanındalar...) Nereden mi geliyor bu şans: Bir çok insanın iyi bir dostu, arkadaşı yokken benimki tam karşımda uyku moduna geçti, radyomuzda güzel parçalar, saat olmuş gecenin bir yarısı, ee mübarek, bereketli bir aydayız da (her ne kadar gereği gibi ifa edemesek de...) daha ne olsun.
Daha ne olsun tabi de olmuyor işte öyle... Hep daha çoğuna, genelde bizde olmayana platonik sevdalar besleriz. Tamam aslında konumuz bu değil. Böyle romantik konular ilgi çekiyor ya o nedenle gireyim kıyısından köşesinden dedim. Belki biri okursa falan diye... Sanat kaygısı böyle bir şey işte. Her ne kadar katı bir duruş sergilesenizde, başkası beni ilgilendirmez deseniz de ilgilendirir kardeşim. Her kelimeyi yazarken özen gösterirsiniz, belki değer verdiğiniz birinin okuyacağını düşünerek ya da herkese değer verdiğinizden...
Şimdi bunları yazdım ama aslında yazacaklarım çok daha başkaydı. Bilmem sana da olur mu, böyle kurarsın bir şeyi, kurarsın, kurarsın... Defalarca prova yaparsın, oydu, buydu derken o an geldiğinde hiç bir şey öyle olmaz. Evet saçma bir soruydu. Bu hep böyledir. Yazarın da dediği gibi; Bu anı daha önce o kadar çok kurmuştum ki gerçek olunca bir şeyler eksik kaldı. Adam boşuna yazar olmamış dedirten cinsten bir cümleydi... Bazı cümleleri, paragrafları ve hatta bazen kitapları ben yazmış olmak isterdim. Hatta bunu o kadar çok isterdim ki kıskançlık boyutunda... Kıskançlıktan yarım bıraktığım kitaplar var benim. Sonra sindirip bitirmişimdir ama:) Evet konumuz bu da değildi aslında ama madem saptık bir kere konudan gidelim böyle... Bakalım nereye varırız.
Bu gece kafalar biraz dağınık. Bayağı döküldük. (Özel bir nedene asla gerek yoktur.) Ee saatte geç. Gevezelensem dinleyecek kimse yok, hadi ben dinlesem gevezelenecek kimse yok. Aslında söyleyecek çok şey var, dinleyecek de. Ama ne anlatan var ne söyleten. Yalnızlık değil de başka bir şey. E o kadar usta değilim, kelime cambazı olamadım daha. O yüzden çok tanımlayamıyorum ama anlarsın sen... Madem buraya kadar okudun senin de kafan karışık demek ki. Şahsen ben de böyle saçma bir yazı görsem okurdum. Çünkü benimde kafam karışık.
Kafası karışık insanları severim aslında. Net insanları da severim. Galiba insanları seviyorum. Ayrıca bir yamuklarını görene kadar herkese güvenmek de lazımmış, en azından güveniyor gibi yapmak... İyi bir şey-miş... Neyse burada bitireyim. Bu gece daha devam eder bu tip okunmayacak yazılar.


Saygılar ;)

Bir Ara Yazarım

Aslında yazacak çok şeyim vardı. Hala da var. Biliyorum okumayacaksın, bari dinle...

http://fizy.com/#s/1tjuo3

17 Temmuz 2012 Salı

Birinin Hayali mi Kırılmış!


Geçenlerde toplamış birkaç arkadaş konuşuyoruz. Biz konuşurken konunun nereye gideceği pek belli olmaz, siyasetken spor, sporken sanat, sanatken hayat olabilir… Genel sorular sorulur özel cevaplar aranır. Böyle durumlarda her ne kadar konuşkan bir insan olsam da dinlemeyi daha çok severim.
Derken o malum sorulardan biri geldi; en büyük hayal kırıklığın ne? Düşünmeye başlandı, eskilere gidildi, dönüldü. Genelde cevaplar başkaları tarafından haksızlığa uğranılmışlıklar üzerineydi. (İşin bu kısmı da çok dramatik, başkalarının bizi incitmesine izin veriyoruz…) Hiç katılmadım bu konuya, çünkü beni hayal kırıklığına uğratan kimse olmadı, çünkü bu soruya onların bakış açısından baktım. Sonra birkaç gün düşündüm, yok canım dedim kendi kendime, çok üzüldüğüm zamanlar oldu, kendimi boşlukta hissettiğim zamanlar da, bunları hatırlıyorum ama nedenleri neydi hatırlayamıyorum… Derken aklıma geliverdi, 14-15 yaşlarındaydım, o zamana kadar öylesine alışmışım ki ufak tefek şeylerde başarılı olmaya elimi attığım her şeyi alırım sanıyorum, sınıf başkanı olmak istedim, oldum; resim yarışmasında dereceye girdim; yazılarım okul panolarında yayınlandı;  basın yayın kulübü başkanı oldum, karnelerim hep iyiydi, yarışmalara katıldım vs. vs. bunlar benim için çok değerli şeylerdi o zamanlar (küçüğüm daha:))… E tabi her şey istediğimiz gibi gitmez, etrafımda daha çok insan oluşmaya başlayıp kabımdan yavaş yavaş çıktığımda aslında çok da yetenekli ve zeki olmadığımı fark ettim.
Küçük bir çocukken kendimizi hep üstün zekâlı sanırız; hele de birkaç şeyde işe yaramışsak, birkaç esprimize gülmüşseler ve birkaç övgü sonunda başlarız kocaman hayaller kurmaya. Elbette ki büyük hayallerimiz olmazsa olduğumuz yerde sayarız, fakat bu bende bir süre sonra öyle bir hal almıştı ki sadece kendim olarak hepsini gerçekleştirebileceğimi düşünmeye başlamıştım; gereksiz özgüven. İşte en büyük hayal kırıklığımdır bu; üstün zekâlı olmadığımı anlamak.
Arada kayıp zamanlarımdır bu zamanlar.
Sonra ne mi oldu… Savaşmayı öğrendim, en çok da kendimle. Belki bir ressam, şair, yazar, heykeltıraş ya da ünlü bir avukat olamayacağım ama iyi bir savaşçı oldum. Başkaları tarafından hayal kırıklığına uğramamayı öğrendim. Peşi sıra da bir kaç kez hayal kırıklığına uğramışımdır, hep kendim yüzünden. Ne zaman ki suçu başkalarında aramaya başlıyoruz, işte o zaman işin içinden çıkamaz hale geliyoruz. Başkalarını suçlayarak kısa süre rahatlattığımız vicdanlarımızda kocaman urlar büyüyor tedavisi imkânsız hale geliyor
Belki bunları söylemeye benim yetkim yok ama unutmayalım ki başkaları bize zarar veriyorsa suçun çoğu yine bizdedir.


Hayat Rezilliklerle (mi) Güzel!


İnsanız be kardeşim! Bazen rezil de oluruz rüsva da! En azından rezilliğimizi paylaşacak dostlarımız olsun yanımızda. Biraz da cümle kurmayı bildikten sonra aşılamayacak rezillik yoktur.

Gene olmuşum fena halde rezil rüsva, üstelik daha yeni tanıştığım birine. Ne adam gibi muhabbetim var ne samimiyetim. Bunun üstüne de daha olmaz diye düşünüyorum. Teknolojiyle aram iyi ama bu “dokunmatik” olayı benim dolma parmaklarım için sakıncalı. Kaydırıp kaydırıp yaptığım bir yanlış sonrası en yakın dostlarımdan birine sitem ediyorum:

-Büşraaaaaaa, diyorum. Neden benim hiçbir günüm olaysız, rezil olmadan geçmiyor? Neden hep tam gol atacakken ofsayta düşüyorum? Neden hep topu auta yolluyorum? Hayat bana bir köşe vuruşunu bile çok mu görüyor?

Ne sitem ne sitem. En sevdiğimiz konudan girmişim olaya. Şimdi rezilliğin daniskasını yapıyorum ama battı balık yan gidiyordu değil mi? Son bir gayretle son lafımı da söylüyorum;
-Ben neden hep kendi kaleme gol atıyorum?
Sessizlik. Bu sessizliği iyi tanırım. Muhakkak peşinden ya beni intihara sürükleyecek bir tepki gelir ya da ölmüşten beter edecek bir espiri. Maalesef espiri geliyor;
-Aaa aaa çok korkunç bir şey ofsayt ya, ama hakem iyi, bak kaçırmıyor hiç!
(Bu kısmı içimden söylüyorum “Büşra ÖL!)
Sonra kısaca olayı anlattım. Oldukça kısaydı çünkü zaten anlaması güç değil, nitekim 15 yıl olmuş!
-Sen bunu hep yapıyorsun, oldu ilk tepkisi, bir de birsürü gülücük ekledi. Çok komik!!!.
-Yoooo ilk defa yaptım… He rezil olma işini mi diyorsun? Allah’ım neden ben!
Böyle böyle hayıflanırken devam edivermiş sitemlerim…
-Neden ortalarım şut olmuyor? Neden şutlarım kaleyi bulmuyor? Neden tribünler tarafından hep yuhalanıyorum?
-Belki de Rabbim seni böyle sınıyordur.
-Kafamı kale direğine çarpıp beyin sarsıntısı geçirmek istiyorum.
-İstersen sana faul yapabilirim, hiç değilse takımın penaltı kazanır.
   Çok da güzel teselli eder canım arkadaşım!
-Bir de sen vur! Zaten Kırmızı kart yakındır, hem de öyle iki sarıdan falan değil, direk kırmızı!
-Muslera ne kadar yakışıklı değil mi?
   Aaaa Ha! İşte o beklediğim hamle geliyor. Konu değiştirmece oynuyoruz. E başarılı da oldu sayılır. Nereden vuracağını biliyor aslında ama yanlış zamanlama. Konuyu kaynatabilir ama değiştiremez! Tamam, Muslera konusu azıcık uzadı. Oooo araya başkalarıda girdi. Ama Serap kaynatır mı hiç?
-Harbiden çok kazmayım. (Tabi bu uslûp ile en yakın arkadaşlarımdan birine konuşabilirim. Normal şartlarda bu kadar abartmam.) Sabri’den beterim.
-İyi o zaman kızım, Sabri denk getirdiğinde güzel gol atar mutlu olmalısın, dedi ve muhtemelen o anlarda gülüyordu bana.
-Yok yok benden bir cacık olmaz. Zaten anca savunma oyuncusu olurum ben.
-Sabri de forvet değil zaten.
-Saol çok moral verdin gerçekten.
Çok acayip haller içerisindeyim, olayı unuttum.
-Aklıma abuk subuk şeyler getiriyorsun Büşra.
-Bende malzeme bol zaten, hep gelsin bir şeyler!
-Yok oğlum bu fena değil.
-İyi bari belki hoca beni de alır oyuna.
-Heee heeeyyt be! Belki de iyi bir takımım olmadığı içindir, belki sen girince oyun lehimize döner. Messi gibi olsam mesela. Hani milli takımda daha kötü Barça’da daha iyi ya o hesap… (Düşünüyorum) Gerçi Messi ne kadar kötü olabilir ki?
-Messi&Sabri! Harika bir ikili olduk!
-Olamaz mı olabilir. (Buraları uzatıyorum tabi. Teknoloji ilerlediğinde yazıların bazı kısımlarını kendi sesimizle de kaydedebiliriz belki, efekt hesabı…)
-Neyse ben gideyim o zaman, saat geç oldu, namazı da kılar uyurum.
-Tamam. Bize dua et!
-Serap bu saatte dua edemem. Öğle ya da ikindide ederim. (Bu cümlenin üstüne yıkıldığımı belirtmek isterim.)
-Yatsıda edilen duanın kabul olma olasılığı daha fazla. Her şeyin hayırlısı olsun de yeter. Ya da sen “Allah’ım dualarımızı kabul et” de duayı sonra ederiz.
-Bende bir huy var duayı namazı kılarken edebiliyorum.
-Yap işte bildiğin gibi, sonuçta herkesin bir tarzı var. (Bu satırlar parmaklarımdan dökülürken dilimden dökülenler sadece “estağfurullah, tövbe tövbe…)
-…

Oldukça uzun olan vedalaşma kısmından sonra Büşra’dan normal bir zamanda bu yazıyı kompozisyon haline çevirip çeviremeyeceğim konusunda izin alıyorum. İkimizde battı balık yan gider modundayız. İşte o geceden arda kalanlar…

Saçmalamak sizinle birlikte saçmalayacak insanlar bulduğunuzda daha güzel.
Konu mu? O gereksiz, geçip gitmiş bir konu. Tüm hayatımız böyle değil mi zaten. Bir dönem önemli olan şeyler, üstüne düşünüp birazda abartı tozu eklediğimiz durumlar sonrasında oldukça basit hale gelmiyor mu? Onları da tuz, biber, biraz eksi (limon olabilir mesela ya da nar ekşisi) olarak kabul edelim. Sonrasında tatlı anılara dönüşüyorlar.
Hayat rezilliklerle güzelş


Doğru Zaman Çarpı Doğru Yer Eşittir Fırsatlar


Doğru zaman da doğru yerde...
Son zamanlarda en çok duyduğum söylemlerden birisi oldu. Gerek belli bir yere gelmiş insanlar, siyasetçiler; gerekse özel hayatı iyi giden bir takım arkadaşlar tarafından çok söylenir oldu etrafımda.
Her seferinde biraz daha oturup düşünmeye başladım; ne zaman nerelerde oluyorum, doğru zaman ve doğru yer kavramı neye göre değişiyor? Hayatımı az çok ele alırsak okul ekseni etrafında şekilleniyor. Bazen ne sosyal bir insanım diyorum (ki sosyallik kavramını da ele almak lazım aslında burada ama ayrıntılı bir konu, başka zaman inşallah) bazen hayattan soğuyorum... Bunun doğru yer doğru zaman ile ne alakası var diyebilirsiniz. Haklısınız. Belkide hep o hayattan soğuduğum zamanlarda kaçırdım fırsatları...
"Üzülme" der Mevlana ve devam eder "Kaybettiğin her şey başka bir suretle geri döner"... Bir süre sonra hayat felsefem halini almaya başladı bu da Mevlana'nın diğer tüm deyişleri gibi... Beklemeye başladım, kaçırdıklarım hatta kaybettiklerim geri gelsin diye... Hala bekliyoum...
Onlu ve yirmili yaşlarınızda siz de duymusunuzdur  "Daha yaşın kaç başın kaç, ne fırsatlar çıkar karşına". Evet, sinir bozucu bir laftır, insanı hayattan soğutur ve aslına bakarsanız insanın kısmeti bir kere kapanınca sonra kolay kolay da açılmaz.
Doğru zamanda doğru yerde... Ne çok hikaye vardır; bir kız vardır bir de erkek, hiç olmadık bir yerde, belki de hayatlarıında ilk defa o gün o dakika bulundukları bir noktada kaşılaşırlar ve sonra ömürlerinin geri kalanında hep birlikte olurlar... Ya da Afrika’nın bilmem ne ülkesinin bilmem ne köyünde doğarsınız, bir gün bir meydanda kalabalık arasından bir şekilde parlarsınız, sonra ABD'ye başkan olursunuz (Obama temelli değil, kurgusal oldu bu ama gerek bizim siyasi liderlerimiz gerekse dünyayı yöneten diğer liderler... Hepsi doğru zamanda doğru yerdeydiler...).
Aslına bakarsanız çok da düşünmeye gerek yok, "şuan bu yazıyı okumasaydım nerde olurdum ya da ne okuyor olurdum; o gün oraya gitseydim ne olurdu..." Demek ki olması gereken buymuş deyip biraz kaderci de olmak lazım. Yoksa hayat sürekli "doğru zaman ve doğru yer" arayıp küçük hesaplar yaparak geçmez. Arada daha büyük fırsatlarda kaçabilir... "Doğru zaman ve doğru yer" aslında biraz da kaderciliktir...

Umutsuz Değiliz!



Son zamanlarda yoğun bir gündem var, Gerçi Türkiye’de gündem her zaman yoğun olmuştur, her zaman bir olayı atlatamadan yeni olaylar ortaya çıkmıştır ve arada kaynayan çok konu olmuştur… Sosyal, siyasal, ekonomik değişimlerin yaşandığı ve “gelişmekte olan ülke” konumunda olan ve gerek konum gerekse her türlü potansiyelinin güçlü olması bakımından Türkiye’nin kimi süreçleri bu denli keskin yaşaması normaldir.

Şimdi içinizden bu yazımı okuyanlar içlerinden ya da beklide yanında olanlara diyorlardır “Bak işte kendi söylemiş ama ağzı olan konuşuyor, eline klavyeyi alan kendisini yazar zannediyor”. Ne yazık ki hiçbir zaman böyle bir iddiam olamadı.

Bunları yazmamın nedeni son zamanlarda “Büyükler” tarafından sürekli apolitik, ilgisiz, bilgisiz, kültürsüz olarak nitelendirilen; yine o “büyükler”in gelecekten umutsuz olmasına neden olan biz gençlerin aslında onların sandığı gibi olmadığımızı göstermektir. Ne yazık ki kendimi de içine koyduğum “Genç kitle”de de bir umutsuzluk görmek, sürekli bir isyan etme, içeriği anlamadan karşı çıkma, eleştiri hakkını hakaret edebilme hakkı sanma gibi eğilimler görmek bazen beni de umutsuzluğa sürüklüyor ama yine de her zaman demişimdir “gençlerin gelecekten ümitsiz olması kendilerinden ümidi kesmiş olmaları anlamına gelir”

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Bazen Sadece "Bazen" Diye Başlarsın Cümleye


Normal şartlarda çoğul konuşurum ilk tanıştığım insanlarla ve yazarken… Ama son zamanlarda normal olmayan şeyler yaşadığımdan mıdır nedir bu defa daha samimi konuşmak isterim sizinle, izninizle.

Bazen öyle olur ki (üst üste Bazen’li cümleler kurmak zorunda kalırsın) üstüne üstüne gelir her kötü haber. Malum kötü haberlerin bir de çok çabuk yayılma gibi bir özelliği var. Merak etme yeni arkadaşım, sana burada başıma gelen kötü şeylerden bahsetmeyeceğim. Az önce parantez içinde de söylediğim bazen’li cümlelerimi kurmak istiyorum sana. Çünkü ben alıp karşıma birini böyle konuşamıyorum. Belki böyle kimse olmadığındandır ya da belki yazarken daha özgür olduğumdan, belki de sadece silebildiğimdendir yazdıklarımı ve belki sadece klavyemin, kalemin kağıdın ya da bu word belgesinin bana gülemeyeceğindendir. Çünkü bu konuşurken hep böyle oluyor. Nasıl mı? O yansıttığım ciddi duruş bu tarz duygusal olduğu düşünülen cümleler kurmaya başladığımda yıkılıyor. Ne ben bu duruşumdan ödün verebiliyorum ne de karşımdaki alışabiliyor. İyisi mi ben böyle patır patır yazayım dedim. Hem sen sıkıldığında terk edersin ve bana ayıp olmaz çünkü ben bunu görmem.

Benim sitem etme huyum yoktur. Bazen edermiş gibi görünürüm ama etmem, ne sitem ne şikayet. Dertleşmek demek sadece şikayet ve sitemden ibaret değildir. Yine bazen kendi kendine konuşurken fark edemediğin yanlarını fark edersin başkasıyla konuşurken, o sadece dinlese bile bir bakışından çıkış yolunu bulabilirsin. Tabi en önemli şey hayatında o noktaya gelene kadar biriktirdiklerin oluyor. Hani şair demiş ya “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri, eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak…” diye, belki de şairin kastettiği şey de buydu. Sema’ya ağlayarak bakma kısmı o güneş rengi yapraklarındandır büyük ihtimalle. İşte bahsettiğim bu; güneş yaprakları. Ben de güzel dostlar biriktirdim Allah’a şükür ama bazen…

Yalnız kalmak istiyor insan bazen. İçten içe bekliyor, umut ediyor ama yine de yalnız kalmak istiyor. Çünkü eğlenmek istemiyor, dertleşip, anlatıp kapatmak istemiyor o defteri. Çünkü suçluluk duyuyor elinde olmayan şeylerden. Bazen sadece etmesi gereken bir duayı etmediği için suçluyor kendisini…

Ben de bu kafayla böyle boş boş dolanıyorum sevgili yeni arkadaşım. Aslında anlatmak istediklerim çok daha başkaydı, umarım beni anlamışsındır. Anlamasan bile öyle olduğunu yani anladığını düşünmek beni mutlu edecek :)

Saygı ve sevgilerimle….

1 Temmuz 2012 Pazar

29 Şubat Anısına

Kuşlar yapardık eskiden,
M harfinden.
Uçururduk ufuk çizgisinden itibaren
Uzaklara...
Güneş Tencere
Kuşlar kapak misali...
Sonra...
Göç etti M kuşları. 
Onlardan geriye 
Boya kırıntıları kaldı. 
Zaten insan kaç gere 29 şubat yaşar ki!

29 Haziran 2012 Cuma

"BUGÜN GÜZEL BİR GÜN"



“Bugün güzel bir gün olsun” demiştim sabah kalktığımda… Siz bilmezsiniz, ben her sabah korkarak kalkar ama güne cesur devam ederim. Elimden geldiğince… J

Öğrencilik hayatı zor gelir hayata adım atana kadar. En azından büyükler hayatın -ki biz öğrenciyken hayat dışında başka bir şey mi yaşıyoruz bunu da anlamış değilim- zor olduğunu söylerler. Öğrenci milletinin tek derdi dersleri sınavlarıdır nokta. Genelde böyledir belki de. Ama bazen çok daha fazlasıdır.

Neden böyle bir giriş yaptım bilmiyorum. Parmaklarım çalışmaya bir başladı mı çenemden daha geveze oluyor… Evet, ne demiştim; “Bugün güzel bir gün olsun.” J

Son zamanlarda İlahi güçler tarafından korunup kollandığım ve sevildiğimi en yoğun hissettiğim dönemleri yaşıyorum. Karşıma çıkan her şeye değerlendirilmesi gereken fırsatlarmış gibi bakıyorum. Belki alakasız olacak ama insan birisini kaybedince yaşamın anlamsız olduğu hissine kapılıyor, biraz şanslıysa da ölümdeki sırlardan kendi hayatının saklı kalmış mücevherlerini keşfediyor. Kısa bir zaman önce ilk defa bu derece bir yakınını kaybetmiş biri olarak boğazımdaki düğüm yeni yeni çözülmeye başladı diyebilirim. İşte bugünün bir diğer önemi de buydu benim için. Keşfetmek.

Bir yerde okumuştum, bir yere gittiğimizde –eğer mümkünse- dönüşte başka yoldan dönmeliymişiz, Peygamber Efendimiz de böyle yaparmış. Bunun nedenini çok düşündüm, en son verdiğim karar ise daha çok ve daha farklı insanlar görerek hepsine hal hatır sorarak hem onların gönlünü okşamak hem de kendi gönlümüzü yumuşatmak olduğuna karar verdim.

Ne yazık ki günümüz metropol şartlarında hep en kısa, en trafiksiz yolu seçmek durumundasınız. Çünkü ya bir yere yetişeceksinizdir ya da çoktan geç kalmışsınızdır. Kalabalıktır her yer ve biz ailelerimizden “çevreye güvenmiyoruz” sözlerini duyarak büyüdüğümüz için donuk bir suratla dolaşırız. Çünkü insanlar güleryüzden anlamazlar. Çünkü onlar tehlikelidir. Çünkü biz de onlar için tehlikeliyiz!

Ama bugün o günlerden biri değildi işte. Bugün herkes çok iyiydi. Okul bile. Dönüşte Sefaköy-Mecidiyeköy-Kavacık hattını kullanmadım bu defa. Daha uzun ama trafiksiz, tertemiz bir yoldan döndüm evime.

Nerede kalmıştık. Hehh, evet! Kafanız bozuk olabilir bazen. Devreleriniz yanmış, sigortalarınız atmış, hatta şanzımanınız dağılmış olabilir. Kalabalıklar içinde yalnız bile olabilirsiniz, bunun için ille de ergen olmaya gerek yok. Ben yalnızlığa hiç alışkın değildim, alıştım. Ve söyleyebilirim ki herkesin şikayet ettiği kadar kötü bir durum değil yalnızlık. J

Buraya kadar kısmın henüz giriş olduğunu söylesem herhalde kapatır sayfayı “yuhh” dersiniz, ya da tam tersi, önce “yuhh” deyipte de kapatabilirsiniz. J Saygı duyarım.

Uzun zamandır kurduğum gezi yazılarımı blogumda paylaşma hayallerimin beklide ilk adımını atıyorum bugün.

“Dın dın bir sonraki durak Mecidiyeköy” dedi oldukça metalik bir hanım sesi ve düğmeye bastım. Aslında oldukça dalgındım, artık kafam neredeyse… “Dın dın Mecidiyeköy” ama inmedim. O an aldığım kararı o an uyguladım. Bu da yeni alışkanlığım, tavsiye ederim. J “Farklı yoldan dönmek” dedim kendi kendime, cidden dedim, edebiyat amaçlı yazmıyorum tuhaftır ama o anda hissetmiştim bunları yazacağımı. Zincirlikuyu’da indik, aktarma yapacağız. Kalabalık o biçim. Bir amca çarpıyor gözüme. Bende onun gözüne çarpmış olacağım ki gülümseyişime karşılık alıyorum. Sonra o amcayla aynı metrobüse biniyoruz. Yabancılarla konuşmaktan hep korkmuşumdur. Yabancılar tehlikelidir. –Yok öyle bir dünya, hepimiz yabancı değil miyiz birilerine.- (Yine de bazılarından uzak durmak lazım.) Sonra amca sohbet etmeye başladı, bende karşılık verdim. Yaşanmışlık bambaşka bir şey, tecrübeler, gözlemler. Hele de İstanbul’da geçmiş bir ömürden ne hikayeler çıkar kim bilir. Ancak kısa sürmek durumunda kaldı amca ile sohbetimiz çünkü ben köprüde inecektim. “İyi akşamlar” diliyorum, ve o anda fark ediyorum ki akşam olmuş… Ama İstanbul daha yeni yeni kendine geliyor, malum yaz sıcağı. Köprüden aşağı uzuuuunca bir kaldırım, yürüdükçe yürüyorum, yürüdükçe yürüyor… Hızlı yürürüm ben, Nam-ı diğer Atom Karınca. Lakin hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamaya da öyle çok özen gösterdim ki fıldır fıldırdı gözlerim. Uzaktan gören “bir işler çeviriyor kesin” derdiJ Bir karga çok dikkatimi çekiyor, neredeyse önümdeki hanımefendinin başına konacaktı, neyseki bir ağaç bulduJ Beylerbeyi Sarayını geçiyorum, nefes alıyorum, en derininden… Yollar insanlar, kediler, köpekler… Derken Beylerbeyi’nin içinden geçerken önemde koyun gibi –maşallah- bir köpek beliriyor. Korkmuyorum ama arkasından yavaş yavaş yürüyorum. O an kendi kendime gülüvermişimJ Elinde bastonuyla dükkanının önünde oturan amca bir şey yapmayacağını söylüyor, gülümsüyor; seyrettiğimi söylüyorum sadece, yine iyi akşamlar dileyip hızlanıyorum.

Derken Yalıboyu’na gelmişim bile. Yeşillikler ve tarih içinde yürümeye devam. Alçak duvarlı evlerin bahçelerinde ortancalar açmış –en sevdiğim çiçektir- beyaz bir masa ve etrafındaki dört sandalye çekiyor dikkatimi, biz geliyoruz aklıma… Havuzbaşı ve Çengelköy…

Küçük bir çiçekçi vardır Çengelköy’de. Bundan yıllar önce Çengelköy’e ilk tek başıma gittiğimde yaşlı bir ressam için bir buket karanfil almıştım, bu defa aynı yere tek bir gül almak için giriyorum, elimde yoldan kopardığım 7 yapraklı akasya dalı ile. Amca hediye ediyor gülüJ
 Ve manavlar… Manavlar en sevdiğim mekanlardandır, hele de tezgahlar yaz meyveleriyle doluyken yanlarından geçerken depderin bir nefes çekmemek olmaz ciğerlereJ Çekiyoruz…

Yollar bitmez, sadece varılacak yere gelinir. Her yeni gün yeni bir yol çıkar karşımıza. Neyle geçtiğimizden çok nasıl geçtiğimiz, hangi kıyafetlerle geçtiğimizden çok hangi düşüncelerle geçtiğimiz önemlidir o yollardan. Ben yürürken koca bir roman yazdım. Nefes aldım, nefes verdim. Her takıldığım taştan özür diledim. Kendimi en mutsuz belki de umutsuz hissettiğim dönemde yine kendim tedavi ettim. Aslında bütün bu gevezeliklerimin nedeni sadece kendinize zaman ayırın, etrafınızı görün diyebilmekti. J

Son olarak Peygamberimize sormuşlar “Canımız sıkkın olduğunda ne yapmalıyız” diye, “Bir yetimin başını okşayın” demiş. Bu hem onu hem de ruhen sizi mutlu eder, huzur bulmak aslında bu kadar kolaydır. Her şeyi zorlaştıran bizler için bazen hakikatte içimize yaptığımız yolculuklar en iyi seyahattir. Son olarak tüm büyük yolculuklar bile kapı eşiğinden atılan bir adımla başlarJ

Bir kişi için bile bir mum yakabildiysem ne mutlu banaJ

Teşekkür ederim Sayın okurumJ