26 Ekim 2011 Çarşamba

Farkındalık 

Evde oldugum ve işim olmadığı zamanlarda yaptığım gibi yine bilgisayarım önümde bir işler çeviriyordum. Taa kiii küçük kardesim iceriden " ah canım elektriklerde gitti ne yapacaksın şimdi sen?" diyene kadar... İste o an internetin gitme nedenini anladım ve ttnet yerine TEDAŞ a kızmaya başladım:) Sonra bir kaç saat önce attığım tweetler geldi aklıma. Dönem dizilerinden, o dönemki insanların konuşmalarını, resmiyetlerini beğendiğimden bahsetmiştim. Bu doneme pek ait olmadığımı, aslında o zamanlarda yasamam gerektiğini düşünürüm cogu zaman... Daktilolar, sarı sayfalar vs... Acaba diyorum bazen, acaba... O kadar cok acaba kullanıyorum ki... Acaba onlarda şimdiki gibi eski zamanlara atıfta bulunuyorlar miydi, acaba onlar icin de devir yalnızlık devri miydi, onlar icinde hayat eskiye göre kolay ama daha mı yaşanmaz haldeydi? Özlemlerinin daha derin olduguna şüphem yok, ne de olsa ne telefon ne msn vardı ki bunlar bile eskidi, yarın ışınlanacağız degil mi? Peki ya kavuşmaları... 

25 Ekim 2011 Salı

Yazmak Üzerine Yazmak

"Yazmak mutsuzluktur" demiş ömrünü yazmakla, çizmekle geçiren bir şair, peşinden eklemiş; "mutlu insan yazmaz!" diye...

Böyle midir gercekten? Yazdığımız cümleler hep mutsuzluklarımız mıdır? Mutlu cümlelerimizi hayal ya da özlem olarak mı döküyoruz kağıtlara? (gerçi teknolojiye yenik düştük ama hala sağlam bir kalem kağıt hayranıyım, direniyorum.)

Aslında kendi kendime düşündüğümde o en çok yazdığım dönemleri, hak veriyorum İlhan Berk'e... Bazen konuşmak istemeyiz, dilimizin sacmalama ihtimali cok yüksektir. Karşımızdakinin tepkisi cok farklı yerlere götürür bizi, kendimizi daha kötü hissedebiliriz vs... Ama öyle midir kağıt-kalem? Ne saçmalardan sacmala çıtını bile çıkartmaz. Sen farketmeden doldurur icini huzurla, kimi zaman neşeyle... Konu ister memleket meselesi olsun ister gönül, bilir kağıt-kalem...

Her aklıma geldiginde " yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz. Bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan ve bana bu yeryüzünü cehennem eden yazmak eyleminden kurtulduğum, mutlu oldugum bir tek şey var; resim yapmak." sözleri, anlıyorum ki yine insana en yakın dosttur kağıt, kalem...

Bir şey var ki bütün ömrüm merak ederek geçecek; bir insana bu satırları yazdıracak kadar derin ne yasatilabilir ve bütün bir ömrünü yazarak geçirmiş bir insana böyle güzel satırları kim yazdirabilir? ... Kim bilir belki (belki falan degil: kesin) bir aşk. 
Ama belli ki benimki gibi satır sonuna yazılan bir kelimeden cok daha farklı bir şey...

Öyle ki " Ne böyle sevdalar gördüm/ Ne böyle ayrılıklar..." demiş...

İşin özü, her insan yazamaz, her insan yazdıramaz. Yazan mı yazdıran mı olmak istersin derseniz... Sanırım yazan olmak derim. Öyle ya "Sana yazamam, ama seni yazarım" demiştik...

(Tabi bir de başkasını mutsuz etmektense ben mutsuz olayım, bu bile beni daha mutlu etmeye yeter. Evet, bu biraz bencillik oldu... Olayın en güzel kısmını tek başıma yaşarım:))

Düşünüyorum Öyleyse...

Düşünüyorum, öyleyse varım. Descartes'ten beri söylenir durur... Düşünüyorum öyleyse varım, düşünüyorsun öyleyse varsın! 

Söze hayran olmanın dışında Descartes'ı da severim, en azından tüm bildiklerinden ya da bildigini sandığı her şeyden bir anda şüphe etmesi herzaman cok etkileyici gelmiştir bana... Şimdi düşünüyorum da, Descartes öyle bir dönemde bildiği her şeyden bir anda şüphe etmeye başlıyor, sadece düşünebildiginden tereddüt etmiyorken biz neden aklımıza gelen en ufak ters bir şeyi hemen kovuyoruz... Bu, bir zamanlar benim icin böyleydi. Öyle sağlam tabularım vardı ki, var diyorsam vardı! Konu kapanmıştır. Ama hayat böyle degil iste... Böyle bir düşünce sistemi yok. Ama önemli olan, ilk başta bunun farkına varabilmek. Sonra zaten yavaş yavaş şüphe geliyor peşinden, aldığınız nefesten şüphe eder hale geliyorsunuz... Bu şüphe öyle paranoyaklık seviyesinde ondan bundan şüphe ediyorum, arkamdan onu bunu diyorlar seklinde bir şüphe asla degil... Yaşamdan şüphe etmek. Bir düşünsenize, cok basit seyler bunlar ama rüya görüyoruz sabah hatırlıyoruz, belkide aslında ben bu yazıyı yazarken, siz de okurken rüyadasınız ve aslında rüyada oldugunuzu sandığınızda uyuyorsunuz... Acaba geçmis diye bir şey var mı? Belki her şey sadece bizim icin kurgulanmıştır, tüm o tarihi belgeler vs. Ve acı, acı bedensel bir duygu mu yoksa tamamen bilincimizde oluşturduğumuz bir şey mi? Düşünüyorsak varız ya acaba acıyı düşünmesek acımaz mı kolumuz bacağımız? 

Ve şüphe etmek... Çoğumuz şüphenin inancımıza saldıracağından korkarız, kimi zaman sırf bu yüzden bazı soruları sormayız bile... Oysa Descartes de inançlı bir insandı -ki artık kendisine Rene demek istiyorum- ve biz de şüphe ederek inancımıza daha sıkı bağlanabiliriz... Sonuçta her şey Tanrı'da başlıyor ve son bulacak... Sormaya çekindiğimiz soruları belli bir ahlak çerçevesinde en azından kendimize sormaktan cekinmemeliyiz. Ne demiş Rene amca "Cotigo ergo sum"... "Cotigos ergo es" :)) Düşündüğünüz sürece varsınız.

9 Ekim 2011 Pazar

Parmaktan Dökülenler-1

"Sana yazamam, ama seni yazarım"

Basit, sıradan, o hep duydugumuz tek cumlelik edebiyat gibi duruyor ilk bakışta... En azından bu tarz cümleler bende hep bu sekildedir... Mesela isim vererek konuşayım; ne Küçük İskender'i ne Kahraman Tazeoglu ne Murathan Mungan... sevemedim bir türlü yaptıkları edebiyatı, imalı dokundurmalarini, basit Facebook durumları vs...  

 Sana yazamam demiş, aslında yazmam dememiş, yazamam... Kimi zaman öyledir ya, konunun muhattabına açık açık hiç bir şey söyleyemeyiz, böyle gizli gizli kendimizi yer bitiririz. Sonra baktık çare yok, ya konuşarak bitiririz onu, dillere düşürürüz, o bilmeden, ya da yazarız. Harf harf, hece hece, kelime kelime, cümle cümle... Sonra bir bakarız ki icimizde roman olmuş... Son cümlesine gelmişiz... Ama gelin görünki bir nasıl bir yazarın romanından ayrılması güç ise noktasını koysak da ayrılamayız ondan. Öyle ya, neler yaşamışızdır sayfalarında, şizofrenik de olsa bizimdir o... Yazmak böyledir işte... Ona yazmamışsınızdır belki ama onu yazmışsınızdır hemde en güzel şekilde, onun bilmedikleriyle... Düşünsenize seven bir insanın gözünden sevdiği, aşığın gözünden maşuk... Bunun icin bir yeteneğe de gerek yok. Zaten sevebilmek en büyük yetenek.

Sonuç olarak amacım burda edebiyat yapmak degil, zaten haddime de degil... Nedendir bilmem, belki kendi yöntemim olduğu içindir, bir başka etkiledi beni... Ee yani ben de seni yazarım, ama kimseye de okutmam. O kadar da kıskancım. 

7 Ekim 2011 Cuma

İçinde İnsan Barındıran Tatlar-1

İnsanların kalbine giden yol midesinden gecer derler (gerçi onlar erkeğin derler ama biz burda kadın erkek ayrımı yapmıyoruz). Madem öyle dedim, bende ilk yazımda en iyi yaptığım şeyi yapayım: Hindistan cevizli, limonlu kek:) Aman sakın sıradan bir kek deyip geçmeyin, tamamen tecrübeler sonucu oturmuş bir tariftir...

Kağıt kalem almanıza gerek yok, karar verdiğinizde burdan bakıp yaparsınız... Öncelikle derin bir kaba 3 yumurtayı kırın, kabuklara dikkat... Ayrıca köy yumurtasından yaparsanız kekiniz sapsarı olur, bu da güzel bir şeydir. Üzerine bir su bardağı süt, bir su bardağı yağ ve bir su bardağı toz şeker ilave edin, kıvama gelene kadar karıştırın, burada bir püf nokta (!) ben asla metal kaşık sürmem kekime, mümkün olduğu kadar tahta kaşıkla çırpın, öyle mikser falan da kullanmayın, eskiden mikser mi vardı! Sonra bir paket vanilya ilave edin, yine karıştırın, derken o rendelediğiniz limon kabuklarını ve aynı limonun yarısının suyunu ilave edin... Merak etmeyin, ekşi olmuyor. Geldik un kısmına... Öyle 7 kaşık, 3 bardak falan diyemem, kendine has kek kıvamından cok az daha sıvı olcak kadar koyup karıştırın. Bu arada. Kabartma tozunu da unun üstüne ilave etmeyi unutmayın... Derkeeen en güzel kısmı, yaklaşık bir su bardağı kadar Hindistan cevizini boşaltın içine... Kalıbı da sıvı yağ ile yağlayın bir güzel, ne az ne fazla... Dokun bakalım kekinizin hamurunu kalıba... Ve en önemli kısmı: pişirme. Onceden ısınmış fırın falan degil, keki koyduktan sonra açın fırınınızı, önce 120 derecede hafiiiiif hafif kabarsın,sonra üstü kızarmaya başladığında 150 ye çıkartın. Yaklaşık 50 dakika sonra tamamdir... 

Belki size cok psikopatca gelecek ama ınsanlarda aynı bu kek gibidir... Malzemeler yavaş yavaş birikir ınsanda da, sonra iyice karıştırmak lazım gelir, arada iyi karışmamış bir malzeme tadını bozar. Ne ile karışacağı da önemlidir, (zira metal kasikla karistirilan kek pek kabarmaz) her şeyi tam olan insan da karıştırıla karıştırıla kıvamını bulur, şöyle ki, bilen öğrenen bir insan kafası karıştırılıp sorulara bogulmadığı müddetçe o sade bilgiyi kullanamaz. Evet, Hindistan cevizi ve limon, biri eksi biri tatlı. Bunlarsız da yapılabilir bir kek, sıradan bir kek. Ama insan sıradan olmamalı, farklı tatları da barındırmalı ve kaynaştırmalı icinde... Ve belkide en önemli kısım: pişme. Yavaş yavaş, ağır ağır pişmeli bir insan da. Nasıl ki yüksek derecede birden pişen kek kabarmaz ve içi pişmezse insanda aynı böyledir, içi pişmemiş bir insan hiç bir işe yaramaz... Önce ağır ağır içi pişmeli insanın, kabarmalı bilgisi, sonra yavaş yavaş kabuk bağlamalı, dışından anlaşılmalı piştiği. Ve iste o zaman tadından yenmez hale gelir insan, sohbetine doyulmaz olur...

Ben yaptığım her işin kaynağını insana dokundurmayı severim. Sonuçta her şey, iyi, kötü, güzel, çirkin, yararlı, zararlı... her şey bizim icin... Her şeyde kendimizi görebiliriz.... O bir dilim kekin yanında yapılan iki kelam insana neler katar... Bildiklerinizi iyi harmanlamaniz ve yanmadan pişmeniz dileğiyle..
Afiyet olsuuuuunnn:))

Bu arada yine de siz siz olun, oldum ben, piştim demeyin:)

6 Ekim 2011 Perşembe

Yeniden:)

Evet:)

Yeni bir blog, yeni yazılar, yeni fikirler, yeni bir Serap...
Usulen kendimi az da olsa tanıtmalıyım sanırım. En sondan başlayarak:)
İstanbul'da sıradan bir öğrenci hayatı yaşıyorum, bilirsiniz işte, evden okula, okuldan eve, kitapçılarda gezmeyi, okumayı, konuşmayı seven, ders çalışmayı sevmesede çalışmak zorunda olan, sürekli sıradan olmamaya çalışan sıradan bir öğrenci...
Sizler (yani aranızda beni tanıyanlar var ise) beni, benim tanıttığım kadar tanırsınız; geveze, muhalefet, özünde iyi olsada çoğu zaman gıcık, bazen suratsız ama çoğu zaman güler yüzlü... Bunlar sizden duyduklarım. Benim anlatacaklarım ise başka bir Serap'tan... (Hatta o süper espiri yeteneğimi de ortaya çıkartıyorum:)) Serap gördüğünüzü düşünebilirsiniz:):)

İşin özü:)

Ben de bana yazılarımı yazmam konusunda destek olan arkadaşlarım ve tüm bu yazdıklarımı okuyup, kimi zaman bana katılıp kimi zaman karşı çıkacak olan sizler ile kendimi ve evreni keşfedeceğim:)

Saygılarımla...